29 Nisan 2011 Cuma

Eskiden...

Benim vesikalığım hiç mahalledeki fotoğrafçının vitrinine cam çerçevelenip asılmadı. Halbuki tombik sempatik bir çocuktum ben de küçükken. O zamanlar ne kadar önemsemediysem bugün o kadar önemsedim bu düşünceyi. 6 ay aradan sonra 7 yıldır belirli aralıklarla geldiğim mahallem ben büyüdükçe küçülmüştü iyice. Kaldırımları ayak izlerinden eskimiş, ara yolları köy yolundan beter olmuştu. Adını “Badalıoğlu” diye tanıdığımız halısahanın yerine pazaryeri ve otopark kurulmuş, bakkalların çırakları işleri büyütüp evlenip çocuk yapmışlardı. Küçükken oturduğumda ayaklarımın yere değmediği kaldırım üstündeki taş duvara oturdum. Belim büküldü dizlerimi kırıp ayaklarımı yere basınca. Daha önce hiç burada ayaklarım yere değerken oturmamıştım. Artık çok büyümüştüm ve bu büyümüşlüğü mahalleme geri dönünce çok daha iyi anlamıştım. Karşıdaki bakkalın sahibi yıllardır burada durmuş, ben ise en az 6-7 ayrı şehirde yaşayıp büyümeye çalışmıştım. Onun için de geçmişti yıllar, benim için de… O da büyümüştü şimdiye kadar, ben de… Kendimi salak gibi hissettim. Bu düşünceden kurtulmak gibi bir kaygım da yoktu, çünkü mahalledeydim. Akşama kadar en az otuz tane canavar ruhlu, sevimsiz maymun gibi oradan oraya koşturan çocuklardan sadece ben kalmıştım. Ve üstelik artık ne kimse sepetle domates ekmek salıyor, ne kapıcı dairelerinden çocuklar on dakikada bir su içiyor, ne sinek ilacı arabası dumanıyla mahalleyi görünmez kılıyor, ne aygaz arabası geçerken çocuklar arkasına asılıyor, ne kimse elinde anlamsız bir mermerle bir daire içindeki gazoz kapaklarını dairenin dışında çıkarttığı için sevinip akşama o gazoz kapaklarını evine götürdüğünde annesinden bir çift terlik yiyor, ne kimse siyah önlük giyiyor, ne edi ve büdü taklidi yapılıyor, ne kimse plastik yamuk toplarla oynuyor, ne kimse voltranı oluşturuyor, ne kimse alf olduğunda koşa koşa eve gidiyor, ne kimse hakan Peker şarkıları söylüyor, ne kimse adile naşit’i tanıyor, ne kimse “abuzittin mi” sorusuna “ne” dediğinde “zııttt Erenköy” cevabını alıyor, ne kimse Pazar günleri banyo yaptığı için bir pirinç tanesi kadar uzayacağına dair vaatlerle kandırılıyor, ne kimse akşam ezanı olunca eve gidiyor, ne kimse kimseye “bana bu kalbin kadar temiz sayfayı ayırdığın için” cümlesini bir önceki sayfadan kopya çekip hatıra defterinden sesleniyor, ne kimse trt kanalı kapanınca istiklal marşını dinliyor, ne kimse giyip en gıcır kıyafetlerini tanımadığı kişilerin ellerini öpüp şeker topluyor, ne kimse “adam olacak çocuk” gibi duruyor, ne kimse coca cola kutusunun ezilip bir futbol topunun yokluğunu doldurabileceğini biliyor, ne kimse taso oynuyor, ne kimse birbirine “rafiyel, donatello, mikelancelo, leonardo” diye sesleniyor, ne kimse bir düzlük bulunca çıkarıp misket, cicile, bilye, gülle, enikle kuytak, tulumba, baş gibi oyunlar oynuyor, ne kimsenin annesi camdan çoçuğuna sanki çoçuğu öteki mahalledeymiş gibi ismini bağırıyor, ne kimse çokomelin kabını alıp parayla düzleştirmenin ne kadar boş ve zevkli bir şey olduğunu biliyor, ne kimse dizilip baştan başa saatlerce kulaktan kulağa oynayıp kahkahalarla eğleniyor, ne kimse on yüz bin baloncuk yutabiliyor, ne de kimse birini sokağa çağıracağınca ziline basıp “aşşaa inseğee laa” diyerek otuz saniye içinde parka gidiyor… İnsan sesi yoktu mahallede… Hatta insan da yoktu. Yapayalnız ve bomboştu artık. Biraz eski günleri düşünüp içimden gülümsedim. Sonra üç tane çocuk gördüm kaldırımda benim olduğum tarafta. Sevinmeden önce şaşırdım. Çocuklar üç adım ötemde durdular ve sırtları bana dönük bir şekilde konuşmaya başladılar. “Olum yarım saati bi buçukmuş, bi saati iki buçuk”, “tamam bende dört lira var, sende kaç var la bakim” diye konuşarak bakkalın yanında daha şimdi gördüğüm internet cafeye doğru yöneldiler. Şaşırmadan önce üzüldüm… Tam zamanında doğmuşuz biz. Bizim zamanımızda olmayan şeylerin olmaması aslında çok güzel bir yoksunlukmuş. Çünkü yoksunlukta biz hep bir arada var etmişiz her şeyi. Zamane çocuklarının maalesef her şeyi var ve onlara ne oyun uydurmak lazım geliyor kafalarından, ne de kreatif haylazlıklar yapmak. Varolan düzenin yokolan bir parçası olarak yaşıyormuş gibi yapmak durumundalar artık. Artık mahallede durmanın bir anlamı yoktu. Hatta artık burası mahallem gibi bile değildi. Geçmişin ne kadar geçmiş olduğunu anlamak için saklandığınız duvar aralarına girmeyi denemelisiniz. Bu sayede ne kadar büyüdüğünü de anlayabiliyor insan. Eskiden koşarak geçtiğiniz merdiven altlarından eğilerek geçmek üzücü bir durum aslında. Aslında herhangi bir şeyin insanın kafasına aniden “dank” etmesi üzücü… Her şeyi vakti zamanında düşünsek kimse için problem yok. Ama o kadar çok hayat derdiyle yoğrulmuşuz ki düşünemiyoruz işte sakinleyip oturmadan. Düşündükçe üzüldü bilinçaltım ve üzüldükçe bilinçaltım düşündü… Kalkıp gittim eskiden amma uzun gibi görünen, belki de üç dakikada çıktığım yokuşu, daha otuz saniyeyi bile geçirmeden…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder