30 Nisan 2011 Cumartesi

gözyaşlarım...

içime akan,
bir yolcusun bugün…
mola gibi,
sensiz her uyku,
bilinçüstüm,
sahibini aramakta… 
 
can yakan,
bir şarkısın bugün…
notaların,
ve sözlerin,
bir türlü,
kavuşamamakta…
 
şarap kokan,
bir duasın bugün,
avuçlarımda…
gecelerim,
gündüzlerinden,
hesabını sormakta…
 
gözümden akan,
son yaşsın bugün…
kulaçlarım,
yetmemekte yokluğuna,
sensiz kalmayı bile bilemedim,
ruhum senden uzakta,
ağlar durur şimdi,
kendi yasında boğulmakta…

çok şey değil istediğim...

çok şey değil istediğim… sadece beraber yaşlanmak… kollarımı açtığım kadar mı duyar beni hayat yoksa sessiz çığlıklarımında mı sensizliklerimin, bilmiyorum… daha ne kadar uzağa atılabilir bir canın parçası ve onsuz ne kadar daha solunabilir bu yalnızlık tenefüsleri, bilmiyorum… çok şey değil istediğim… sadece ömrünün gölgesinde sabahlamak…

çok şey değil istediğim… sadece düşlerinde uyumak… her eline geçen fırsatta hayatın ne kadar düşüm varsa kanattığı, ellerinden başka kim tutar bu yaralardan ve ne kadar derininde aranabilir acılar bu ufku uzak sancıların… gözlerini her kapattığında ve özetine göz atarken yaşanmışlıkların, hiç mi göz göze gelmez hayat kendi çirkin çelişkileriyle… mutluluk hiç yaşanmamış bir geçmişin taklitinden mi ibarettir yoksa bu yürekteki boşluk bir tesadüfü müdür anatominin… kalp aslen ikiye mi ayrıktır ki bir yanı acı bir yanı tatlı günlerin çetelesini tutan…

çok şey değil istediğim… sadece her sabah sana rastlamak… uğruna en yaşanılacak düşümken sen, boşluklardan boşluk beğenmecelerin arasında takvimin arka sayfasına denk geliyor hep yokluğunun yansısı… arasında kalmış gibiyim ben çocukluk anılarının… ve şimdi bu kayıp zamandaki mutluluğumdan da göçersem, çalmasın kapımı hayat… çok şey değil istediğim… sadece her gece yanında olmak… kapıya ben bakarım…

çık gel ayrılık henüz duymadan...

şimdi ne varsa,
şemsiyelerin dışında kalan,
ıslanmakta…

hangi göğün ayazındaysan,
çık gel hava kararmadan…
kavuşmaktan öte özledim seni,
hangi karamsarlığındaysan,
yokluğumuzun,
çık gel kentler boğulmadan…
çık gel ayrılık henüz duymadan…

gezgin acılar...

erken çöktü sabah,
saklanamıyor aydınlık,
çabasıyla üç beş ışığın…

ben gidiyorum…
daha doğrusu,
geliyorum…
artık daha yüksek sesli,
içimdeki çığlık,
ben ona suskun,
o bana paralel…
senin planların var belki,
yarına dair,
benim tanımadığım…
benim de,
kararsızlıklarım,
ve durmadan
terketme isteklerim var,
anlatamadığım…
kendimce
bir isim bulmalıyım,
bu hisse…
tarifi yok,
tdk sözlüklerinde,
ve de,
ansiklopedilerde…
henüz filme de
çekilmedi,
ve yazılmadı,
bir şarkı sözünde,
vaktim olursa,
anlatacağım,
sana ve
senden hariç,
herkese…
“biz”
diyemeyiz
sadece,
yüzümüze bakıp,
o kadar bize,
sahip bile,
değiliz…
dudaklarım küçüldü
susmaktan,
korkardım ben hep,
beni unutmandan,
ama şimdi,
daha iyi fikir sanki,
bu sonsuza değin
böyle gidemez,
gitmemeli…
yoruldum…
yoruldun…
yorulduk…
ve sen,
hangi
yorgunluğundaysan,
kendini bilmez
tarihlerin,
tutun orda
ki acıtmasın
seni hayat,
daha fazla,
ben nasılsa
mahkumum,
sensiz,
gezgin acılara…

erken çöktü gece,
saklanamıyor karanlık,
çabasıyla ay ışığının…

Bilmedin Sen...

gölgen, nasıl büyürdü karanlıklarda,
bilmedin sen…
belki, bakmadın ardına yaşanmışlıkların,
beni yanında hiç, bulmadın sen…

göklerden yağan karlar vardı,
kardan adamın kalbini görmedin sen,
belki buluttan bir cennet vardı,
meleklerin duasını bilmedin sen….

belki yanında insanlar vardı,
gerçeğin kendisini pas geçtin sen,
belki yağmur yağdı, sel aldı,
gözyaşımın aktığını bilmedin sen…

gaipten duyulan şarkılar vardı,
belki hiçbirine eşlik etmedin sen,
sana yalvaran bir yürek vardı,
ne dedi, ne çok sevdi, bilmedin sen…

29 Nisan 2011 Cuma

Bir Hayal Kırıklığı; Kosmos Film Eleştirisi...

Kosmos diye bir film izledim geçen gün.. hayatımda geçirdiğim yüzünden bu kadar acıdığım bir 117 dakikam daha olmadı.. Çok üzüldüm üzülmeme...
Bir daha kesinlikle Reha Erdem filmi izlemek yok benim için.. Bir insan bu kadar mı güvenir yüzeyselliğine.. Bu kadar mı hiç bir şey anlatamaz anlatıyorum zannedip.. İnsanların merak duygusunu bu kadar mı suistimal eder..
Kosmos harikalar yaratan bir hırsızdır yazıyor filmin sinopsisinde... Filmi izlerken adamın hırsız olduğunu gayet net anlayabiliyorsunuz çaldığı şeylerden.. Fekat gel dikiz ki bu adamın mucize yarattım diye bahsettiği herşey filmin sonunda tamamen fiyaskoya dönüşüyor... Meğer boşuna hayran olunmuş başından beri bu adamın hünerlerine.. Üstelik tam da realite şov programlarında sahte imam, sahte doktor, sahte hoca başlıkları altında damgalanan üfürükçü hocalar cinsinden hünerler bunlar..
Ve ilk defa bir başrol oyuncusunun bu kadar ezilmiş, büzülmüş, sesi mıy mıy mıy çıkan bir karakterden ibaret olduğunu görüyorum.. o kadar geri planda kalmış ki oğlanceğiz, insanın söylediklerini zerre takası gelmiyor.. yazık.. zık zık zık...
filmde doğa seslerini kullanmak da akıl edinilmiş... o kadar rahatsız edici rüzgar ve su sesleri var ki filmde, belgesellerde bile bu denli rahatsız olunacak efektlere rastgelmek mümkün değil... yine filmin sinopsisinde zamandışı gibi sahte bir tabirle anlatılmış filmin zamanı.. o kadar zaman dışı ki hiçbir zamanla bağdaşmıyor gerçekten.. mekan deseniz hakeza.. trenler var.. devrim zamanı.. e tabi siyaset olmazsa olmaz bu ego tatmin etmek için yapılmış olan filmde.. insanlar gayet düzgün türkçe konuşuyorlar.. eczane var.. tamirciler var..  kıraathane var.. ve bu kadar mekan gösterip film zamansız ve mekansız olduğunu iddaa ediyor.. Senaryonun yazıldığı kağıtları düşündüm filmden sonra.. O kağıtların ortaya çıkması için kesilen ağaçları düşündüm.. ve gerçekten üzüldüm böyle kereste bir senaryo için o kağıtların harcanmasına..
E bi de aşk var tabi.. Aşksız film olur mu hiç.. Film eleştirilerine baktım ve kötü bir eleştiriye rastlamadığım için çok şaşırdım gerçekten.. Herkes filmden birşeyleri beğenmiş.. Bütün olarak değerlendiren kimseyi de göremedim.. Filmdeki Kosmos abimiz bir kıza aşık oluyor.. Senaristimizin AŞKI tabir ediş biçimi kosmosun köpek gibi bağırmasından ibaret sadece .. Ve bunun içimizdeki bir dürtü olduğunu, aşkı dışavursak bu şekilde dışavuracağımızı anlatıyor.. Azıcık da olsa haklılık payı var diyebilmeyi çok isterdim ammavelakin burada köpek gibi bağırılarak dışavurulan ŞEYİN aşk ile hiçbir şekilde bağlantılı bir durum olduğunu düşünmüyorum.. Bu olsa olsa sanırım testesteronların halay çekmesi ile iniltili olabilir... Kosmos abi bir sahnede diyor ki "bir elin başımın altında olsun öteki beni kucaklasın" ki insanlar bu cümleye bir anlam yükleyerek beni gerçekten şaşırtıyor.. Yine bir kıraathane sahnesinde "Dert şu kiiiiiii" sanki elzem bir şey anlatacakmış gibi kasıcı bir giriş yapıp "insanların başına gelen herşey aynı.." gibi gibi hiçbir şey anlatmayan monologları kıraathanedeki ilkokul mezunu gibi gösterilen cahil tiplerin hayranlıkla izlediğine şahit oluyoruz ve dahası aynı havayı soluduğumuz insanlar bu paragrafı alıp profillerinde highlight yapmak gibi ilginç bir tribe giriyor...
Filmi sevmek için nedenleri olanlara gerçekten lafım yok.. Boşluklarına denk gelmiştir, olabilir, çok şey söylememek gerekir o insanlara.. Benim için film izlemek, bir yerden alıp beni karakterlerin, hikayelerin, hiç beklemediğim yerlere götürdüğü zaman bir keyif halini alır.. Saçmasapan diyaloglardan ibaret, karakterleri bağlantısız, insan taklidi yapan tipler içeren, zamandışı deyip bir çok çelişkili zaman ögesi içeren, mucizesi sonradan fiyaskoya dönen filmler, iyi filmler ne kadar övgü ve ayakta alkışı hakediyorsa, işte o kadar sövgü ve ayakta hareket çekilmeyi hakeden filmlerdir...

Kişilik Harbi...

Bu sabah çalar saatimden daha erken uyandım. Hayattan yeni mezun olmuş gibi boşluk soluyordum aynaya. Aynadaki ben “bugün o gün mü?” diye sordu… Kafamı iki yana salladım suratıma bakamadan… Kendime verebilecek bir “evet”im bile yoktu bugün… Hızla kaçtım aynadaki benden. Merdivenden inerken basamakları saydım. Bu geçen yıldan beri edindiğim bir huydu. Her seferinde en son basamağı inerken ya da çıkarken içimde garip bir huzur oluşuyordu “yüzaltı” derken. Benim şikâyetim yoktu bugünün dün veya yarınla aynı oluşundan. Sıradanlık hoşuma bile gidiyordu. Sokak kapısının zili çalışmadığı için kapı mandalını tutan zinciri ters tarafa çektim uyarı yazısının kalanını okumadan. Sokakta sabah olmuştu. Parktan geçerken bankta bir adam uyandı adım seslerime. Aynı anda bir otobüs kırmızı ışıkta geçti. Kadının biri balkondan sütyenlerini topluyordu. Bir kafenin önünde bekleyen iki tane ast çalışan kadını izliyordu fısıldaşarak aralarında. İki kedi Temmuzu Mart sanıyordu. Sütyen toplayan kadının telaşıyla parkta uyanan adamın telaşı tamamen farklı yönlere gidiyordu. Uyanan adam “Günaydın genç” dedi. “Günaydın” dedim. “Bir cigara versene içiyosan” dedi. Cebimden sigara paketimi çıkartıp bir dal sigara uzattım parkta yeni uyanan adama. Teşekkür etmedi. Başında dikili kalmıştım. “Sakalın rahmani mi şeytani mi” dedi. Sorusuna bakakalmıştım. “Nerelisin” dedi. “Samsun” dedim. “Ben de Urfa” dedi sormadan. “Cemaatten misin” dedi. “Anlamadım” dedim. “Adıyaman’da menzilli derler senin gibilere, yüzünde bir nur var sensin” dedi. Hiçbir şey anlamadığım bu konuşma penceresini arkamı dönüp kapattım. Köşede bir simitçi siyah bir çamaşır selesi içinde gelen taze simitleri diziyordu arabasına. Kendime çamaşır selesinden bir simit ısmarladım. Kendim çok mutlu oldu. Açık bir kafe bakındım çay içmek için ama hepsinin önünde çalışanlar vardı sahiplerinden öte. Elimde simitle yürürken durakta uyuyan bir adam gördüm. Aynı anda çöpten karton toplayan çocuklar arabalarıyla yarış yapıyordu boş yollarda. Uzun boylu çöpten kutu toplayan çocuk kazanıyordu yarışı. Kısa boylu çöp toplayan çocuk anlamadığım bir dilde anlamadığım küfürler ediyordu uzun boylu çöpten kutu toplayan çocuğa. Bir adam telefonda karısıyla tartışıyordu el hareketleriyle bu sabahımsı pekte görmeyen saatlerinde. Kadının sesi adamdan daha fazla duyuluyordu. Durakta uyuyan adam gözleri kapalı burnundan nefes alarak uyandı. Gözlerini açtığında elimdeki simitle bakıştı bir müddet. Adam henüz beni görmemişti. Ona doğru bir adım attım. Adam adımlarıma baktı. Yanına geldiğimde bugünün ikinci günaydınını duydum. Adam ve elimdeki simit aniden kavuştu. “Kaç numarayı bekliyosun” dedi dişleri susamdan daha siyah olan adam. “Otobüs beklemiyorum” dedim. “E ne bekliyosun o zaman, sittir git” dedi. Adam haklıydı. Madem otobüse binmicem neden kimsesiz durağı işgal ediyordum. Başkent şahsına yakışır bir şekilde uyuyordu. Memurlar ve öğrenciler sadece sabah altı ve yedi arası günde bir saat ortaklaşa uyuyordu. Bu saatte bu kenti gezmenin bana verdiği keyif, halı saha maçında birinin beş gol atması ve maçın  beş-dört bitmesinden daha keyifliydi. Keyfime kendimin diyecek bir şeyi yoktu. Daha yarım saatim vardı bu keyfi içime çekmek için ve evden sadece onbeş dakika uzaktaydım. Yani uzaklaşacak bir onbeş dakikam daha vardı. Yollar boş olmasına rağmen bir üst geçit kestirdim gözüme. Merdiven basamakları tam saymalıktı. Her basamağını iki adımla geçtiğim üstgeçidin bir tarafında otuzaltı basamak bulunuyordu. Yolun karşısına geçip indiğim basamakları saymaya başladım. En son basamağın otuzbeş’e denk geldiğini görünce üzüldüm. Kesin bir yapım hatası vardı. Köprüye uzaktan baktım ve gayet düz görünüyordu. Tekrar köprüden geçip basamakları tekrar saydım. Köprünün tekrar bir tarafında bir eksik/fazla basamak olduğunu gördüm. Rotamı tekrar eve doğru çevirdim. Öteki insanlar gelince ben fazla gelecektim bu kaldırımlara. Durakta uyanan adam selam verdi geçerken. Selamını aldım. Kafenin önünde bekleyen hiçbir çalışan yoktu dönerken. Hepsi günlük kafesel telaşlarına iş başı yapmıştı. Parkta uyuyan adam tekrar uykuya dalmıştı. Balkonda hiç çamaşır kalmamıştı. Simitçi hala özenle diziyordu simitlerini. Apartmana girerken basamakları tekrar saydım ve son basamağın yüzaltı olduğunu görünce içime garip bir huzur doldu yine. Eve girdim. Aynada kendime rastladım. “Bugün o gün mü” diye sordu. İçimden “Hayır” diyerek aynadaki kendimden uzaklaştım. Bugün ölmek için bir gün değildi. Ama benim hala umudum var. Bugün değilse de yarın ölmek için bir gün olabilirdi…

Ben, hiç aşık oldun mu?

Sevimsiz bir cumartesiydi bugün. Hiç cumartesiye benzemiyordu. Cumartesi dediğin kesinlikle güneşli olmalıydı. Oysa dışarıda birbirine değmeden yere çakılan milyonlarca intihar yüklü yağmur damlaları mevcuttu. Gri paltomu dolaptan çıkartıp ara sıra açılmayan şemsiyemi de yanıma aldım. Bugün işe gitmek çok saçma bir gündü. Kahvaltıyı pas geçip çıktım evden. Şemsiyeme vuran yağmur damlalarının sıklığından anlayabiliyordum sağanağın şiddetini. Tam durağa on adım kalmıştı ki şemsiyem sustu. Yağmur hala yağıyor ama şemsiyemden çıt çıkmıyordu. Şemsiyeme baktım. O da karşıdaki şemsiyeye bakıyordu. Şemsiyem bir başka şemsiyeye aşık olmuştu hem de sırılsıklam. Şemsiyelerin de aşık olduğunu o cumartesi öğrenmiştim. Şemsiyemin duygularına saygı duyup otobüse bindim. Şemsiyem hala bizimle birlikte otobüse binen şemsiyeye bakıyordu. Şemsiyemi aşık olduğu şemsiyenin yanına koydum. Mutluluğu her halinden anlaşılıyordu. Yer yer başını diğer şemsiyeye yaslıyor hatta hafif açılarak otobüste beni rezil etme girişiminde bulunuyordu. Şemsiyemi daha önce hiç bu kadar mutlu görmemiştim hatta daha önce mutlu şemsiye görmemiştim. Şemsiyenin sahibini ne durakta ne de otobüste görebilmiştim. İnmeme iki durak kalmıştı ki sarı paltolu, yamuk sarı şapkalı, yeşil gözlü, sarışın bir huri uzandı şemsiyesine. Şemsiyem ve ben bakakalmıştık. Şemsiyem “ne bekliyosun lan hadi biz de inelim, işe gidip nabacan bugün” diye dürttü beni. Haklıydı. Şemsiyemin elinden tutup hurinin ineceği durak benim de ineceğim durakmış taklidi yaptım. Taklit işe yaradı, ben, huri, şemsiyem ve hurinin şemsiyesi aynı durakta indik. Şemsiyelerimiz kafalarımızın üzerinde kesişmeye devam ederken, ben de hurinin arkasından yürümeye başladım. İkimizin de bir eli paltolarımızın cebindeydi. Sonra huri aniden durdu ve biz de ani fren yapmak durumunda kaldık. Dokuz-on saniye durduktan sonra huri arkasını döndü. Gözlerimin içine baktı. Bu sırada paltomun kalbi hızla çarpmaya başlamıştı. Paltoma baktım. Hurinin paltosuna bakıyordu. Paltom hurinin paltosuna aşık olmuştu. Gri ve Sarı o kadar da uyumsuz renkler değilmiş diye düşünüp gri-sarı bir takım forması bakındım aklımın arşivlerinden. Bulamadım. Huri “Beni neden takip ediyorsunuz?” dedi. Cevap veremedik. Asıl suçlu şemsiyemdi. Paltomun tek suçu bizimle birlikte gelmekti. Bense bir anlık gaza gelmenin şoförümsü kurbanıydım. Şemsiyem sustu, paltom sustu ve ben bir yanıt vermek zorunda kaldım. “Biz size aşık olduk” dedim. Huri şaşırdı. Ama hurinin şemsiyesi ve paltosu neden bahsettiğimi gayet iyi biliyordu. “Siz kimsiniz?” dedi gözlerini bir japona benzeterek. “Ben, şemsiyem ve paltom” dedim. Huri güldü. Şemsiyesi ve paltosu utandı şemsiyem ve paltomun gururuna teğet. Arkasını dönüp yürümeye devam etti. Ben, şemsiyem ve paltom da onun peşinden yürümeye devam ettik. Onları takip etmeye ne kadar kararlı olduğumuzu anlayınca bir kafeye girdiler. Şemsiyesini açarak kafenin girişine bıraktı. Ben de şemsiyemi açarak şemsiyesinin yanına bıraktım. Paltosunu çıkartıp askıya astı. Ben de paltomu çıkartıp onun paltosunun yanına astım. En uzaktaki masaya kadar yürüdü ve oturdu. Ona doğru yürüdüm ve masasının başında bir garson gibi dikilikaldım. “E oturun bari” dedi. Oturdum. “Bugün çok sevimsiz bir cumartesi, hiç cumartesiye benzemiyor” dedi. Bu benim yazımın giriş tümcesiydi. Neden aşık olduğumu henüz anlamıştım. Sütlü kahve söyledik. Fincanlar gelince bir müddet aralarında bakıştılar. Biz de fincanlara baktık. Fincanlar bizden fazla konuşup kaynaştılar. Günübirlik bir aşktı bu benim için. Çünkü yarın artık o olmayacaktı ve ben onu yarın unutacaktım. Ama aynı şeyler şemsiyem ve paltom için geçerli değildi. Ne zaman üşüse gökyüzü ya da ağlasa ve ben ne zaman onları yanıma alsam, her köşe başında, durakta, cafe girişinde onlar aşklarını arayacaklardı. Çok fazla konuşmadan kalktık masadan yalnız bırakıp taze kahve fincan çiftini… Belki konuşacak özel şeyleri olabilirdi zira. Durağa kadar şemsiyelerimiz, paltolarımız ve bedenlerimizle yürüdük… Biraz sonra otobüs gelecekti ve ben kaldığım yalnızlıktan, şemsiyem ve paltom da benim kalan yalnızlığımın yanında belki bir ömür aşksız kalacaklardı… Yani anlayacağınız aşk yine bambaşka bir bahara kaldı…

Nankör Sevdalar...

Ne kadar seversen sev, sevdiğinin yanından bile geçmeyecek sevilmelerin..

Aşk coğrafyasında her zaman keşfedilmemiş 3/4 kesirli bir bilinmezlik vardır.. Bu bilinmezlik ilk başta pek bilinmez.. Herşey paylaşılıp tükediltikten sonra bilinir hep.. Ve bu bilinmezliğin cazibesi sarar eninde sonunda bir zamanlar çok sevmiş, artık sadece alışılagelmiş ikiselliğin bedenlerini..

siz hiç gerçekten terkedildiniz mi.. ben edilmedim.. etmedim de.. spontane oldu hep ayrılıklarım..

At gözlüğü takmak gibidir aşık olmak.. Bir bakarsınız ve bir daha bakamazsınız başka yerlere.. Ne sağı görür gözünüz ne de artakalan diğer yönleri.. yöneldiğiniz tek bir karşı vardır aşk pusulanız için.. ve ondan ibaret sanırsınız gerçek yerçekimi ve hayat döngüsü kanunlarını.. sorgulamadan seversiniz sadece.. mantığınız kapının önüne atılmış bir çöp poşetidir artık.. haklısınızdır da.. o kadar haklı sanırsınız ki kendinizi, gün gelip yanıldığınızı anlayınca hiç bir türlü kabullenemezsiniz haksızlığınızı..

siz hiç gerçekten bakakaldınız mı.. ben kaldım bi kaç kez.. öyle bir odaklandım ki baktığıma, baktığım bir zaman sonra sevdiğime dönüştü.. Sahi aşk gerçekten mümkün olabilen bir şey ise bile, onun bir kişi olduğuna inananlardan mısınız yoksa bir kavram, bir varlık olduğuna mı.. Bence aşk tanrı gibi bir şey olmalı.. Kişiden ziyade göremediğiniz, dokunamadığınız halde becerebildiğiniz kadar inandığınız bir kavram.. Bi de zaman zaman kişilerin kılığına girmesi var tabi bu aşk denen meretin..

Sevdaları ikiye ayırmak mümkün olabilir.. 1, Mutlu sonla biten sevdalar, 2, mutsuz sonla biten sevdalar.. Mutlu sonla biten bir sevda görmedim ben henüz.. Siz de düşünün biraz.. Çevrenizde hiç mutlu sonla biten bir sevda var mı gerçekten.. Yoksa görmemiş taklidi mi yapıyorsunuz bu nankör sevdaları.. O kadar çok mutsuz son var ki şahit olduğum.. İhanetler, yalanlar, bencillikler, pes etmeler, gitmeler, bir başka aşka aşık olmalar... Kendi mutsuz sonlarım bile var yığınla.. Siz şimdi bu yazıyı bir sevdadan düştüm diye yazdım zannedeksiniz.. haklsınız.. bir dalı daha koptu sevdanın benim için.. Bugün tekrar yitirdim bir başka sevdiğimi.. Oysa o da biliyordu onu ne çok başka sevdiğimi.. Ama sevmekle bitmiyor herşey.. Sadece başlıyor.. Ve ayrılmak için şahit bile gerekmiyor aşklardan.. Oysa şahit zorunlu kılınsaydı eğer ayrılık kararlarına, bu kadar ayrılınmazdı sevdalardan..

siz hiç gerçekten ayrıldınız mı diğer yarınızdan.. ruhunuz gerçekten 21 gramdan ibaret oldu mu hafifleyip bir diğer ruhtan.. sizin hiç gerçekten canınız yandı mı yalnızlıktan.. öleceğinizi zannettiniz mi yalnızlıktan.. ben ayrıldım.. ben hissettim.. ben zannettim.. zaten ne geldiyse başıma bu zannetmekten geldi.. ne zannediyorsam kendimi...

Zamanyolu...

İçkimin bittiğini görünce barda en çok adım atan çocuğa işaret yaptım. O gece tam onsekiz tane bira içmiştim. Yaklaşık dört saattir buradaydım. Müzik hoşuma gelmişti. Gruplar gelmiş, gruplar gitmişti. Yarım sarhoştum ve tam sarhoş olmama onyedi bira kalmıştı. Beni çalan müzik değil ama düşündüklerim sarhoş ediyordu. Bu ilk kız arkadaşımın lafıydı. Orta 2’ye giderken ilk defa iki tane kırmızı içtiğimde kuzenlerim beni taşırken ve ben tek başıma halay çekerken aşağı inip “Onu içtikleri değil düşündükleri sarhoş etmiştir” diye laf sokuşturması tam olarak benim bulunduğum durumu anlatmaktaydı yıllar sonra. Kafamda resmen “gemide” filminin tabiriyle filler sevişiyordu ve o kadar da iyi niyetli değillerdi. Artık hemen hemen her şarkı bitiminde biram yenileniyordu. Kafam y.rrk gibi olmuştu ki bedenimi barın dışında yürürken buldum. Bu sokaklar bir yandan tanıdık bir yandan da tanımadık geliyordu. Her köşe birbirine benziyordu sanki. Her köşe bir ötekinin türevi gibiydi. Paralel evrenler hakkında düşüncelere sarhoşlama dalmak üzereydim ki yürürken bir elektronik cihazlar satan mağazanın önünde durdum. Gecenin üçü olduğu için elektronik malzemelerden daha çok kendimi görüyordum. Kendim bana gülümsedi ve çocukluğuma döndüm. On yaşındaydım.. Kar yağıyordu ve annem tüm perdeleri sonuna kadar açmıştı yağan karı görebilmemiz için. Dışarıda kimsecikler yoktu bu Anadolu kentinde. Herkes içeriden izliyordu dışarıda yağan biteni. Televizyonda Cenkoray’la Telefunken oynuyordu. İki kolu da izole bantla sarılı atarimiz programın bitmesini bekliyordu. Televizyonda yarışan kadın “oniki” numaralı kutuyu seçip bir adet benden uzun elektrik süpürgesi kazanmıştı. Sonra yüzüğü tellere değdirmeden tamamlama parkuru oyununu kaybetmişti konuk sanatçı. Oyun kasetini siyah çizgili atarimize sokup futbol oyunu oynamaya başlamıştık kardeşimle. Futbolcular topu ellerinde taşıyor ama hakem bunların hiçbirini görmüyor ya da izin veriyordu o zamanlar futbol çok popüler olmadığı için ellerinde taşımasına. Ya kendi kaleme attığım gollerden ya da defansif anlamdaki beceriksizliğimden ötürü hep yeniliyordum kardeşime. Kardeşimle aramızda bu yüzden diyalogsuz küfürleşmeler oluşuyordu. Ben daha çok hareket yapıyordum ve o daha çok gol atıyordu. Vidyomuza Beta ve VHS kasetleri takıp babamın arşivinden kasetler izliyorduk. Filmin adı “İmparatorluk”tu. Ve iki robotun o dönem için anlayamacağımız bir üslup ile birbirlerine temaslarını konu alıyordu film. Mahalleden de çocuklar ile birlikte toplam yedi kişiydik. Kapının açılış sesi ile birlikte bu sayı yalnızlığıma dönüştü. Olmayan çocuk aklım ile halının altına sakladığım babamın arşivinden çıkan kaseti babam bulunca, aynı kasetle dayak yemeye hak kazanmıştım. Yediğim dayağın hüznü ile dışarı kaçan ben bir durakta otobüs beklemeye başladım. Onyedi nolu otobüs geldiğinde “amca çocuklardan para alıyo musunuz?” sorumla şoförün can damarına bastım. Bazıları “yok yenim geç” dediyse de bazıları “evet alıyoruz” dediğinde boynumu yere büktüğümde tam otobüsten inecek gibi yaparken “nereye gidecen bakim sen” diye sorduğunda “belediye evleri, annaanemi ziyarete gideceğim” dediğimde evet dediğine “tamam hadi geç bu seferlik olsun” deyip, bin pişman olup beni otobüsüne alıyordu… Yine öyle bir gün mahallede aylaklaşırken parkın önünde bulunan trafoyu bir kez tavaf ettim ki baktım annaanemlerin mahallesindeki trafonun önündeyim. Nasıl oldu anlamadım… Madem annaaneme gitmek bu kadar basitti ben neden otobüs şoförlerine yalakalık yapıyordum… Annaanem beni görünce çok sevindi. Yuvarlak patates kızartmasından yaptı ve dayılarımın kitaplarını karıştırmama izin verdi… Şimdi yine o günlerde olmak için neler vermezdim diye düşündüğümü düşünürken gözüm buğulandı tekrar ve kendimi gecenin ortasında bir elektronik mağazasının önünde ürünlerine bakarken buldum… “Biz büyüdük ve kirlendi dünya” derken meğersem yalan söylemiyormuş derya abi… Eve kadar kafamdaki derya abiye eşlik ettim. Dün yatılmış ve toplanmamış yatağıma düşüncelerimi giyinip uzandıktan sonra bugünün de kapanışını yapmış bulundum…

Eskiden...

Benim vesikalığım hiç mahalledeki fotoğrafçının vitrinine cam çerçevelenip asılmadı. Halbuki tombik sempatik bir çocuktum ben de küçükken. O zamanlar ne kadar önemsemediysem bugün o kadar önemsedim bu düşünceyi. 6 ay aradan sonra 7 yıldır belirli aralıklarla geldiğim mahallem ben büyüdükçe küçülmüştü iyice. Kaldırımları ayak izlerinden eskimiş, ara yolları köy yolundan beter olmuştu. Adını “Badalıoğlu” diye tanıdığımız halısahanın yerine pazaryeri ve otopark kurulmuş, bakkalların çırakları işleri büyütüp evlenip çocuk yapmışlardı. Küçükken oturduğumda ayaklarımın yere değmediği kaldırım üstündeki taş duvara oturdum. Belim büküldü dizlerimi kırıp ayaklarımı yere basınca. Daha önce hiç burada ayaklarım yere değerken oturmamıştım. Artık çok büyümüştüm ve bu büyümüşlüğü mahalleme geri dönünce çok daha iyi anlamıştım. Karşıdaki bakkalın sahibi yıllardır burada durmuş, ben ise en az 6-7 ayrı şehirde yaşayıp büyümeye çalışmıştım. Onun için de geçmişti yıllar, benim için de… O da büyümüştü şimdiye kadar, ben de… Kendimi salak gibi hissettim. Bu düşünceden kurtulmak gibi bir kaygım da yoktu, çünkü mahalledeydim. Akşama kadar en az otuz tane canavar ruhlu, sevimsiz maymun gibi oradan oraya koşturan çocuklardan sadece ben kalmıştım. Ve üstelik artık ne kimse sepetle domates ekmek salıyor, ne kapıcı dairelerinden çocuklar on dakikada bir su içiyor, ne sinek ilacı arabası dumanıyla mahalleyi görünmez kılıyor, ne aygaz arabası geçerken çocuklar arkasına asılıyor, ne kimse elinde anlamsız bir mermerle bir daire içindeki gazoz kapaklarını dairenin dışında çıkarttığı için sevinip akşama o gazoz kapaklarını evine götürdüğünde annesinden bir çift terlik yiyor, ne kimse siyah önlük giyiyor, ne edi ve büdü taklidi yapılıyor, ne kimse plastik yamuk toplarla oynuyor, ne kimse voltranı oluşturuyor, ne kimse alf olduğunda koşa koşa eve gidiyor, ne kimse hakan Peker şarkıları söylüyor, ne kimse adile naşit’i tanıyor, ne kimse “abuzittin mi” sorusuna “ne” dediğinde “zııttt Erenköy” cevabını alıyor, ne kimse Pazar günleri banyo yaptığı için bir pirinç tanesi kadar uzayacağına dair vaatlerle kandırılıyor, ne kimse akşam ezanı olunca eve gidiyor, ne kimse kimseye “bana bu kalbin kadar temiz sayfayı ayırdığın için” cümlesini bir önceki sayfadan kopya çekip hatıra defterinden sesleniyor, ne kimse trt kanalı kapanınca istiklal marşını dinliyor, ne kimse giyip en gıcır kıyafetlerini tanımadığı kişilerin ellerini öpüp şeker topluyor, ne kimse “adam olacak çocuk” gibi duruyor, ne kimse coca cola kutusunun ezilip bir futbol topunun yokluğunu doldurabileceğini biliyor, ne kimse taso oynuyor, ne kimse birbirine “rafiyel, donatello, mikelancelo, leonardo” diye sesleniyor, ne kimse bir düzlük bulunca çıkarıp misket, cicile, bilye, gülle, enikle kuytak, tulumba, baş gibi oyunlar oynuyor, ne kimsenin annesi camdan çoçuğuna sanki çoçuğu öteki mahalledeymiş gibi ismini bağırıyor, ne kimse çokomelin kabını alıp parayla düzleştirmenin ne kadar boş ve zevkli bir şey olduğunu biliyor, ne kimse dizilip baştan başa saatlerce kulaktan kulağa oynayıp kahkahalarla eğleniyor, ne kimse on yüz bin baloncuk yutabiliyor, ne de kimse birini sokağa çağıracağınca ziline basıp “aşşaa inseğee laa” diyerek otuz saniye içinde parka gidiyor… İnsan sesi yoktu mahallede… Hatta insan da yoktu. Yapayalnız ve bomboştu artık. Biraz eski günleri düşünüp içimden gülümsedim. Sonra üç tane çocuk gördüm kaldırımda benim olduğum tarafta. Sevinmeden önce şaşırdım. Çocuklar üç adım ötemde durdular ve sırtları bana dönük bir şekilde konuşmaya başladılar. “Olum yarım saati bi buçukmuş, bi saati iki buçuk”, “tamam bende dört lira var, sende kaç var la bakim” diye konuşarak bakkalın yanında daha şimdi gördüğüm internet cafeye doğru yöneldiler. Şaşırmadan önce üzüldüm… Tam zamanında doğmuşuz biz. Bizim zamanımızda olmayan şeylerin olmaması aslında çok güzel bir yoksunlukmuş. Çünkü yoksunlukta biz hep bir arada var etmişiz her şeyi. Zamane çocuklarının maalesef her şeyi var ve onlara ne oyun uydurmak lazım geliyor kafalarından, ne de kreatif haylazlıklar yapmak. Varolan düzenin yokolan bir parçası olarak yaşıyormuş gibi yapmak durumundalar artık. Artık mahallede durmanın bir anlamı yoktu. Hatta artık burası mahallem gibi bile değildi. Geçmişin ne kadar geçmiş olduğunu anlamak için saklandığınız duvar aralarına girmeyi denemelisiniz. Bu sayede ne kadar büyüdüğünü de anlayabiliyor insan. Eskiden koşarak geçtiğiniz merdiven altlarından eğilerek geçmek üzücü bir durum aslında. Aslında herhangi bir şeyin insanın kafasına aniden “dank” etmesi üzücü… Her şeyi vakti zamanında düşünsek kimse için problem yok. Ama o kadar çok hayat derdiyle yoğrulmuşuz ki düşünemiyoruz işte sakinleyip oturmadan. Düşündükçe üzüldü bilinçaltım ve üzüldükçe bilinçaltım düşündü… Kalkıp gittim eskiden amma uzun gibi görünen, belki de üç dakikada çıktığım yokuşu, daha otuz saniyeyi bile geçirmeden…